Alıntılar

MUHAFAZAKÂR VE MODERNİSTLER

Aliya İZZETBEGOVİÇ – ‘İSLAM DEKLARASYONU’ KİTABINDAN (s. 21-29)

KASIM 2016, FİDE YAYINLARI.

Çeviren: Yrd. Doç. Dr. Rahman Ademi

Anahtar kelimeler: muhafazakar, modernist, din (religion), nizam

İnsanı sadece terbiye etmekle kalmayan aynı zaman­da dünyaya nizam verme yeteneği olan İslam/a, kendi kabulleri doğrultusunda, İslami yenilenme fikrine, her zaman iki tip insan tarafından karşı çıkılmaktadır: Mu­hafazakarlar eski reçeteleri, modernistler ise başkasına ait (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler İslam'ı geçmişe çekmekte, ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar.

Aralarında mevcut olan büyük farklılıklara rağmen bu iki grup insanın ortak tarafları vardır. Her ikisi de Avrupalıların anladığı manada İslam'ı sadece din (religi­on) olarak görmektedirler. Mantık ve dil inceliklerine yönelik belli eksiklikleri ve İslam'ın özü, onun tarihte ve dünyadaki rolü hakkındaki anlama kabiliyetsizliği, bir sebepten dolayı tamamen yanlış olarak, onların İslam di­nini religion olarak tercüme etmelerini sağlamaktadır.

İnsanın varlığı ve görevi hakkındaki temel gerçekle­rinin tekrarlanması manasına geliyorsa da, İslamın bir şey hakkındaki yaklaşımı tamamen yenidir. Din ve il­min, ahlak ve siyasetin, emel (ideal) ve çıkarların ittifakı­nın sağlanmasındaki talebidir. Zahiri ve Batıni dünyanın varlığını tanıyarak İslam, bu iki dünya arasında bulunan uçurumun köprü vazifesini, insanın yaptığını göster­mektedir. Bu ittifak ve birlik olmadan religion geriliğe (her türlü verimli hayatın reddedilmesi), ilim ise ateizme doğru çekmektedir.

İslam sadece religion'dur noktasından hareketle mu­hafazakarlar, İslam'ın dış dünyaya nizam vermemesi ger­ektiğini, ilericiler ise bunu yapamayacağını düşünmek­tedirler. Pratikte sonuç aynıdır.

Müslüman dünyasında muhafazakar düşüncenin, tek olmasa da, en büyük temsilcileri şeyh ve hocalar kesimidir. Onlar, İslam/ın ‘İslam/da ruhbaniyet yoktur’ şeklindeki açık düsturuna rağmen, kendilerini ayrı bir sınıf gibi organize ettiler ve İslam’ın yorumlanmasını te­kellerine alarak kendilerini Kur’an-ı Kerim ile insanlar arasında aracı olarak konumlandırdılar. Din adamı ola­rak onlar ilahiyatçıdırlar, ilahiyatçı olarak onlar dogma­tikdirler ve din bir defa ve ebedi olarak verildiğine göre, onların düşüncesine göre aynı din bir kere ve ebedi olarak yorumlanmıştır. Bu sebeple de en iyisi her şeyi, bin küsür sene öncesinde tarif edildiği gibi bırakmaktır. Statükocuların bu kaçınılmaz mantığına göre, ilahiyatçılar her yeni şeyin amansız düşmanıdırlar. Dünya gelişimi içinde ortaya çıkan yeni durumların düzenlenmesi ve Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini hayata geçirmek amacıy­la şeriatın yeniden ve tekrar yapılanması, dinin bütünlü­ğüne yönelik saldırı olarak tanımlanmaktadır. Belki bu­rada İslam’a karşı bir sevgi duygusu vardır, ancak bu patolojik, gerici ve dar ufka sahip insanların sevgisidir ve henüz canlı olan İslam düşüncesini boğan bu gibi insanların sarılışından başka bir şey değildir.

Ancak İslam’ın, ilahiyatçıların elinde kapalı bir kitap olarak kaldığını düşünmek yanlıştır. Hala bilime karşı çok kapalı ve tasavvufa (mistisizm) karşı ise çok açık olan ilahiyat, bu kitabın (İslam) içine İslam ilmine aykırı çok sayıda irrasyonel ve hatta boş inançların girmesine izin vermiştir.  İlahiyatın (teoloji) doğasını  iyi  bilenler onun mistisizme neden direnemediğini, hatta bu şekilde burada neden dini düşüncesinin zenginleştiğinin sanıl­dığını iyi anlarlar. Tarih boyunca, dinler arasında en te­miz ve en mükemmel olan Kur’an’ın monoteizmi, tedri­cen kompromite (sulandırılmış) edilmiş, pratikte ise dini ticaretin iğrenç şekilleri ortaya çıkmıştır. Kendilerini din koruyucusu ve yorumcusu sanan kimseler, her halükar­da çok güzel ve kârlı olarak, dinden meslek yaptılar ve hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan dinin hayata geçi­rilmeyişini kabul ettiler.

Böylece ilahiyatçılar yanlış yerde yanlış insanlar ol­dular. Ve İslam dünyasının uyanış emareleri gösterdiği şu günlerde bu kesim, bu alemin her türlü sert ve karan­lık göstergelerinin temsilcileri oldu. Bu kesim, İslam dünyasına baskı yapan sıkıntılarla başa çıkılması için herhangi bir yapıcı adım atma hususunda yetenek gös­terememiştir. Sözde ilericiler, batıcılar, modernistler ve kendilerini daha nasıl adlandıran kimseler, onlar bütün İslam dünyasında tam bir felaketi temsil etmektedirler, zira çok sayıdadırlar ve özellikle hükümet, eğitim ve ka­mu hayatının tümünde çok etkilidirler. İslam’ı hocalar ve muhafazakarlarda görerek -başkalarını da buna inan­dırarak- modernistler bu düşünceyi temsil eden her şeye cephe almaktadırlar. Bu kendi kendini reformist ilan eden kimseleri, genelde utanmaları gereken şeylerle gu­rur duyduklarından tanırsınız. Genelde onlar; “babası­nın oğlu”, Avrupa'da eğitim görmüş ve oradan zengin Batı'ya karşı büyük eziklik, ait oldukları geri kalmış ve fakir ortama karşı ise çarpıcı üstünlük (kibirli) duygala­rıyla dönmüşlerdir. İslami terbiye almadıkları, halkla manevi ve ahlaki bağ kuramadıkları için onlar çok hızlı bir şekilde temel ölçütleri kaybederler ve yerli kanaatle­rinin, adet ve inançlarının tahrip edilmesi, yerlerine ise yabancılara ait olanların ikame edilmesiyle, toprakların­da bir gecede, aşırı hayranlık duydukları Amerika'yı ya­ratacaklarını sanmaktadırlar. Standart yerine onlar stan­dart kültünü getirirler, bu dünyanın imkanlarını geliştir­mek yerine heva ve heveslerini geliştirirler ve böylece rüşvetin, ilkelliğin ve ahlaki kaosun (kargaşa) yolunu açarlar. Onlar, batının gücünün, nasıl yaşadığında değil, nasıl çalıştığında bulunduğunu anlayamamaktadırlar. Batının gücü modada, allahsızlıkta, gece kulüplerinde ve ahlaksız gençlikte değil, batılı insanların hayranlık bıra­kan çalışkanlık, ısrarlı gayretleri ve sorumluluklarında yatmaktadır.

Bizim en büyük felaketimiz batıcılarımızın kullan­dıkları yabancı reçeteleri kullanmalarında değil, bu re­çeteleri nasıl kullanacaklarını bilmediklerinde -daha doğrusu- bu esnada iyiye yönelik yeterince güçlü duygu geliştiremediklerinde yatmaktadır. Onlar faydalı mamul yerine, aksine medeni sürecin zararlı ve boğucu yarı ma­mullerini aldılar.

Bizim batıcıların evlerine getirdikleri değer bakımın­dan şüpheli aksesuarlar arasında, genelde çeşitli “revu­lusyonel” (devrimsel) fikirler, programlar, reformlar ve “bütün sorunları çözen” benzer “kurtarıcı doktrinler” bulunur. Bu “reformlar” arasında inanılmaz ufuksuzluk ve uydurma örnekler vardır.

Bir asırdan fazladır ki batı medeniyeti dışında bulu­nan bir çok halk için, söz konusu medeniyetle tespit edi­lecek ilişkilerin sorunu ortada durmaktadır. Bu karşılaş­ma esnasında tamamen red tavrını mı koymalı, dikkatli uyum sağlama veya bu medeniyetin bütün unsurlarını sorgulamaksızın ve seçmeksizin kabul etmeli mi? Birçok milletin zafer veya trajedisi, onların bu kader sorusuna nasıl cevap verdiklerinde yatmaktadır.

Öyle reformlar vardır ki içinden bir milletin bilgeliği ortaya çıkarken, diğer taraftan ihanetlerin en büyüğünü barındıranlar da vardır. Yakın tarihimizde Japonya ve Türkiye örnekleri bu hususta klasik durum arz ederler.

XIX. asrın sonu ve XX. asrın başında bu iki ülke ben­zer ve kıyaslanabilir durum arz ediyorlardı. İkisi de eski imparatorluk, kendine ait yapıları ve tarih içinde kendi yerleri belli olan ülkelerdi. İkisi de gelişmişlik bakımın­dan birbirine yakın ve hem imtiyaz hem de yük olabilecek muhteşem tarihe sahip idiler. Tek kelimeyle bu ikili gelecek için hemen hemen aynı fırsatlara sahipti.

Ondan sonra iki ülkede de bilinen reformlar gerçek­leşti. Başkasının değil, kendi hayatını yaşamak için Ja­ponya ilerlemeyi ve geleneği birleştirmeye çalıştı. Tür­kiye ile alakalı olarak, onun modernistleri tam tersi bir yol seçmişlerdi. Bugün Türkiye üçüncü sınıf bir ülke, Ja­ponya  ise dünya milletlerinin zirvesine çıkmıştır.

Yazı meselesinde Japon ve Türk reformistlerin göster­dikleri tavırdaki anlayış farkı, başka konulara nazaran, belki en açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Basitliği ve sadece 28 harfli olan arap yazısı, (Osmanlıca) bu özellik­leri sebebiyle dünyanın en mükemmel ve yaygın yazısı­dır, Japonya ise kendi Latinlerin (Romalılar) teklifini redde­der. O bütün reformlardan sonra ancak 46 işaret yanında 880 Çin ideogram (anlamı belirten işaret) olarak tespit edilen ve karmaşık (komplike) olan kendi yazısını ko­rur. Bugün Japonya'da okuma-yazması olmayan kimse bulun­mamaktadır, Türkiye'de ise harf inkılabından 40 sene sonra nüfusun yarısından fazlası ümmidir. Bu durum bir sonuçtur ve bu konuda âmâ olanlar dahi görmeye başlamalıdır.

Sadece bu değil. Çok kısa bir süre sonra, yalnızca ba­sit tescil aracı olan yazının sorun olmadığı anlaşıldı. Gerçek sebepler, sonra da sonuçlar, hakikatte çok daha derin ve önemli idi. Bütün medeniyetlerin özü ve ilerlemesi, yok edilmesi ve inkâr edilmesine değil, devam ettirilme­sine bağlıdır. Yazı, milletin tarihteki devamını sağlar ve “akılda tutma” şeklidir. Arap harflerinin kaldırılmasıyla Türkiye için, yazıda korunan geçmişin bütün nimeti kaybolmuş oldu. Bir çok diğer “paralel” reformlarla be­raber, yeni Türk nesli kendini manevi dayanaktan yok­sun ve adeta bir çeşit manevi boşluk (vakum) içinde buldu. Türkiye kendi “hafızasını”, geçmişini kaybetti. Bu durum kime gerekli idi?

Demek ki İslam dünyasının reform taraftarları, yeni, değişmiş şartlarda ve yeniden eski ideal ve değerleri gerçekleştirmeyi bilen, akıllı ve bilge halk temsilcileri olamadılar. Onlar değerlerin bizzat kendilerine karşı ayaklandılar ve sık sık soğuk alayla ve şok edici basiret­sizlikle halkın kutsallarını çiğneyip yerine sahtesini yer­leştirebilmek için hakiki hayatı yok ettiler. Türkiye ve başka ülkelerde bu vahşiliğin sonucu olarak hasta millet yarattılar veya yaratmak üzeredirler. Kendine benzeme­yen ve kendi yolunu hissedemeyen, manevi açıdan kafa­sı karışmış ülkeler. Hakiki güç ve heyecandan yoksun, tıpkı onların Avrupalılaşmış şehirlerin sahte parlaklığı gibi onlarda var olan her şey sunidir ve otantik değildir. Ne olduğunu ve köklerinin nereden geldiğini bilmeyen bir ülke, nereye gideceğini ve yüzünü neye doğru çevir­mesi gerektiğini bilebilir mi? Batılıların istediği sözü edi­len reformlar, onların İslam dünyasına olan bakış açıları­nı ve o dünyayı nasıl “tamir” etmek istediklerini açıkça göstermektedir. Bu, her zaman yabancılaşma, gerçek so­runlardan ve halkın ahlaki ve bilimsel kalkınması için zorlu çalışmadan kaçınma ve dış, basit şeylere yönel­mek olmuştur.

Kamu idaresini bu tip insanların elinde bulunduran Müslüman bir ülkenin bağımsızlığı ne manaya geliyor­du? O özgürlüğü onlar nasıl kullandılar?

Yabancı örnekleri kabul etmek ve siyasi destek ara­makla Batılı ve ya doğulu olsun fark etmez, yöneticileri sayesinde bu ülkelerin hepsi yeni bir işgal hareketini uy­gun gördüler. İçinde başkasına ait felsefe, hayat tarzı, yardım, sermaye ve başkasına ait destek olan bir çeşit maddi ve manevi bağımlılık ortaya çıktı. Bu ülkeler ha­kiki değil, sahte bağımsızlık elde ettiler çünkü gerçek bağımsızlık her şeyden evvel manevi bağımsızlıktır. İlk ev­vela manevi bağımsızlığı için mücadele edip kazanma­yan halkın bağımsızlığı kısa bir süre sonra sadece milli marş ve bayrağa indirgenir ki bu iki şey hakiki bağımsız­lık için çok yetersizdir. Müslüman halkların gerçek bağımsızlığı için mücadele, her yerde ve yeniden başlamalıdır.